YOUTUBE KANALIMIZI TAKİP EDİN >>> YOUTUBE KANALA GİRİŞ İÇİN TIKLA
Bir birinden güzel ve tarih kokan hikayelerle sizlere en güzel Türk anlatımlarını derledik umarım sizlerde bu güzel anlatımları begenirsiniz. burada sizler için google aramalarında Yaşanmış padişah Hikayeleri Komik Osmanlı Hikayeleri Osmanlı Hikayeleri kısa Kıssadan hisse padişah hikayeleri Osmanlı Hikayeleri oku Türk tarihi hikayeleri Osmanlı Padişah Hikayeleri Osmanlı padişahların aşk hikayeleri gibi kelimelere sonuç bulabileceğiniz bir birinden güzel anlatımları derledik.
-
1 Ben bunun neresini düzelteyim.
adamın biri “kurban” mevzuunu anlatıyormuş:
"çocuğu olmayan hazreti davut, allah'a dua etmiş,
'ya rabbi bana bir kız çocuğu ver,
onu sana kurban edeyim' demiş.
dua tutmuş, davut, kızının adını ayşe koymuş,
gel zaman git zaman,
çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş,
hazreti davut kızı yatırmış,
tam boğazını kesip kurban edecekken,
azrail, gökten bir keçiyle çıkagelmiş,
'kızı bırak, al bu keçiyi kurban et' demiş"!
dinleyenlerden biri dayanamamış:
"yahu bunun neresini düzelteyim;
hz. davut değil hz. ibrahim;
kız değil erkek;
ayşe değil ismail;
azrail değil cebrail;
keçi değil, koç"! -
2 Sultan 2. Abdulhamid
“Sakın aleyhinde konuşma; o, veliydi!”
Adıyamanlı merhum Mahmud Allahverdi’nin şu yaşanmış hadise de, Sultan Abdülhamid’in “manevî hüviyetine” parlak bir ışık tutmaktadır:
“O günlerde ben de Sultan Abdülhamid aleyhtarı idim.
Okulda anlatılanları gerçek sanıyor, aleyhinde bulunuyordum.
Bir gün yine aleyhinde konuşurken, dükkânımdaki müşterinin biri bana çıkıştı:
“Oğlum, sen imanlı insansın, sakın Abdülhamid aleyhinde konuşma. O büyük bir velî idi!”
Ben buna kızarak karşılık verdim:
“Kim demiş velî diye? Memleketi bu hâle getiren o değil mi? Ben öyle rivayetlere kulak asmam.
Herkes bir şey söylüyor, kimi velî diye rivayet ediyor, kimi de deli diye...”
Yaşlı zat elindeki bastonuyla beni dürttü, belli ki kızmıştı:
“Bana bak, şimdi sana öyle bir hadise anlatacağım ki, bu ne bir rivayet, ne de bir söylenti.
Bizzat yaşadığım, şahit olduğum, başımdan geçen bir olay bu!”
Ben bu defa dikkat kesilmiştim.
Çünkü işitme, söylenti falan değil, bizzat yaşadığı bir vak’ayı anlatacaktı.
Nitekim başladı da anlatmaya:
- Ben, sekiz yaşına kadar dilsizdim.
Konuşamıyor, el-kol işaretiyle maksadımı anlatmaya çalışıyordum.
Babam buna çok üzülüyor, ne yapacağını bilemez halde bulunuyordu.
Gitmedik hoca bırakmadı, ama hiçbiri de fayda etmedi.
Bir gün yaşlı komşumuz geldi, dedi ki:
- Seni çok üzgün görüyorum, üzülmekte de haklısın.
Bir baba için yavrusunun dilsiz olması kadar üzücü bir şey olamaz.
Sana bir çare söyleyeceğim.
Bunu mutlaka yap!
Babam ümitle gözlerini açıp dinlemeye başladı:
- “Yarın şu yoldan Sultan Abdülhamid geçecek, oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve ona dua ettir.
Osmanlı sultanlarında yedi evliya derecesi vardır, ola ki şifa bula.”
Bu tavsiye babamın aklına iyice yatmış olacak ki, beklenen saatte yol üzerine çıktık, ümitle beklemeye başladık.
Az sonra yaylı araba göründü, ama bizim ona yaklaşmamız mümkün değildi.
İzdiham çok fazlaydı; uzakta kalışımıza çok üzüldük.
Fayton hizamıza gelince beklenmedik bir olay oldu.
Ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultan Abdülhamid Han rahmetullahi aleyh bize doğru bakarak seslendi:
“İhtiyar! Çocuğu getir, çocuğu!” Şaşırdık.
Babam heyecanla elimden çekerek beni kalabalığın içinden arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar.
Sultan, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibiydi.
Az sonra bana: “Beni tanıyor musun, ben kimim?” diye sordu.
Benim dilim tutuktu, cevap vermem imkânsızdı.
Dilsizdim. O anda bir şeyler hisseder gibi oldum.
Birden dilim çözüldü, cevap verdim:
“Sen bizim padişahımızsın!” Bunun üzerine babam, “Allah Allah!..” diye feryadı bastı.
Beni aşağı indirdiler.
Ondan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim.
Dilimin açılması onun duasıyla oldu.
İşte evladım, bu hadise bir söylenti falan değil, hayatın içinde yaşanmış bir vak’adır.
Sakın ola ki, Osmanlı sultanları aleyhine konuşmayasın.
Onlarda gerçekten yedi evliya derecesi vardı.
Dilimin açılmasına sebep onun duasıdır.
Ona hep Yâsîn okumaktayım.” -
3 süleymaniye camii yapımı rivayeti
süleymaniye camii
Rivayet olunur ki kutlu bir gecede, Kanuni Sultan Süleyman bir rüya görür.
Sultan Süleyman, Peygamber Efendimizi takip ederek
bugün Süleymaniye'nin inşa edilmiş olduğu yaklaşık yetmiş dönümlük arazinin bulunduğu çok güzel manzaralı tepeye gelirler.
Bu tepe, hem Haliç'i hem de Boğaziçi'ni mükemmel bir açıdan görür.
Kanuni Sultan Süleyman kutlu rüyadan uyanır, şükürler eder. Mimar Sinan'ı çağırtır.
Hiçbir açıklama yapmadan büyük bir heyecan ile rüyada gördüğü yere götürür:
"Buraya bir cami bir de külliye yapacağız." diye sözlerine başladığında,
Mimar Sinan söze karışır: " Sultanım, mihrabı burada, minberi burada olsun…"
Sultan Süleyman şaşırır:
" Sinan sen bu işten haberli gibisin." der.
Mimar Sinan cevap verir: " Sultanım dünkü rüyanızda ben de bir adım gerinizde geliyor idim…"Temele İlk Taşı Şeyhülislam Ebussuud Efendi Koydu…
Yüzyılın tam ortasında, 13 Haziran 1550 günü padişahın isteğiyle Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin mihrab duvarına ilk temel taşını koymasıyla inşaat başladı.
Cami o günlerin en büyük külliyesiyle birlikte tasarlanmış, Fatih Külliyesi'nden sonra bir bakıma devrin en büyük üniversitesinin merkezi olarak planlanmıştı.
Etrafındaki binalar camiyi örtmediği gibi, araziye uygun yayılan küçük bir şehir görünümündeydi.
Türklerin en büyük hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman'ın adıyla anılan "Süleymaniye Camii" ihtişam ve zarâfet yönünden yalnız Türk mimarîsinin değil, bütün dünya mimarîsinin de en seçkin eserlerinden biridir. -
4 Yaşlı Ressam
Bir zamanlar güzel bir
Köyde yaşayan yaşlı bir ressam varmış.
Olağanüstü güzel resimler yapıp iyi fiyata satardı.
Bir gün köyden bir fakir gelip dedi ki :
"Yahu senin durumun iyi.
Neden kimseye yardım yapmıyorsun.
Bak fırıncı fakirlere ara ara bedava ekmek veriyor.
Kasap bazen bedava et veriyor.
Sen neden hiç yardım etmiyorsun..?"
Ressam tebessüm etti ama bir şey demedi.
Bu fakir bütün köyde sabah akşam ressamın aleyhinde konuşuyor ve ressamı kötülüyordu.
Bir gün ressam hasta oldu.
Kimse de onun yanına gelmedi ve sonunda ressam öldü.
Aradan bir kaç gün geçti.
Artık ne fırıncı ekmek verdi fakirlere ne de kasap et verdi.
Sordular; "neden fakirlerin hakkını kestiniz...?"
Dediler ki;
"Her ay başı o merhum ressam bize para verip fakirlere ekmek ve et vermemizi söylerdi.
O ölünce para veren kalmadı.
İşte o yüzden…"
İyiliğin şartı beştir:
Tez olmalı, gizli olmalı, gözde büyütülmemeli, sürekli olmalı ve yerini bulmalı. -
5 Yavuz Sultan Selim’in türbedarı
Sultan II. Abdülhamid Han zamanında Yavuz Sultan Selim’in türbedarının hanımı gebe kalır ve bir gün canı kiraz çeker.
Ve kocasına der ki :
- ” Canım çok kiraz çekti bana bir kilo kiraz al gelirken.”
Adam çarşıda kiraz fiyatlarına bakar çok pahalıdır ve almadan eve döner..
Karısı kirazları sorduğunda bu gün gelmemişti yarın gene bakarım der..
ertesi günde çarşıdan geçerken kirazları görür
Kiraz var ama çok pahalıdır.
Bir türlü parasını toplayıp kiraz parasını biraraya getiremez.
Döner dolaşır türbeye gelir.
Kabir’in yanı başında oturur ve sandukaya vurur.
Der ki :
- Ey büyük İslam padişahı, cihan şahı, onca senedir hizmetini görürüm ama bir himmetini görmedim” diyerek sandukaya dokundurur elini.
Daha sonra evine gider ve karısına alamadığını söyler karısı biraz üzülür haliyle.
Ertesi sabah kapıya iki asker gelir ve faytonu göstererek “Sultan Hazretleri seni huzura bekler” derler.
Adam bir an tereddüt eder içinden.
Emri tebliğ eden asker fazla sabırlı değildir.
- Efendi ne durursun, Sultanın emrini tebliğ ederim sana !
Türbedar bakar ki ağırdan almanın zararı olacak…
Çaresiz faytona atlar, doğruca sarayın avlusuna giderler.
Nöbetçiler girer
çıkar, hemen huzura alırlar türbedârı.
Sultan Abdülhamid Han, türbedarı tepeden aşağı bir süzer.
Sonra,
kelimelere basa basa fakat yumuşak bir eda ile sorar :
- Ceddim Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarı sen misin ?
Adam güçlükle cevap verir :
- Evet Sultanım !
- Söyle bakalım dün türbede neler oldu?
- Derdin nedir ?
- Bir meselen olmalı ?
Bir anda zihninden bir sürü şey geçer.
Acaba Sultan neyi sormak istiyor.
- Neyi kast ediyor ?
- Hangi derdimi soruyor?
Şaşkın ve ürkek bir eda ile :
- Sultanım bir şeyler olmadı, bir derdim de yoktur, sağlığınıza duacıyım.
Abdülhamid Han, hem sesini yükseltir hem de sertleştirir.
- Türbedar efendi ! Sana söylerim.
Dün türbede neler oldu, meselen nedir, açık söyle !
Bir şeyler hisseder gibi oldu ama söylemeye cesaret gerek.
İster istemez hadiseyi anlatır:
-Sultanım zevcem hamile.
Benden kiraz istedi.
Çok pahalı olduğu için alamadım.
Bunun için de velinimetim Sultan Selim Han’ın sandukasına dokundum : “Bir himmetini görmedim.” dedim .
Ortalığı bir sessizlik kaplar.
İki tarafta da derin tefekkür .
Neden sonra daldığı alemden çıkan Abdülhamid Han, söylenmeye
başlar:
- Sen orda dedemin sandukasına vurdun, o da burada sabaha kadar benim başıma vurdu.
Al şu bir kese altını, ihtiyaçlarını karşıla.
bir daha da böyle şeyler için dedemi rahatsız etme, doğruca bana gel !
Bundan sonra emir subayına dönen Abdülhamid Han :
_ Selim Han’ın türbedarının maaşı iki misline çıkarılsın, sıkıntıdan kurtulsun.
Bir derdi olunca da hemen bana gelmesine izin verilsin. -
6 İstanbul'un Fethi, Konstantin'in Düşüşü
İstanbul'un Fethi, Konstantin'in Düşüşü
1453 tarihinde 53 gün süren yoğun bir kuşatmanın sonucunda
Osmanlı Devleti padişahı II. Mehmed komutasındaki Osmanlı ordusunun Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olan İstanbul'u ele geçirir.
Olayın sonucunda 1058 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu yıkılmış ve Osmanlı Devleti, bir imparatorluk hâline gelmiştir.
Bu fetih, bazı tarihçiler tarafından Orta Çağ'ı sona erdirip Yeni Çağ'ı başlatan olay olarak kabul edilir
savaş sonunda fatih, beyaz atına binmiş, ordusunun önünde, hocaları yanında istanbul’a giriş yapıyordu.
şehir halkı heyecanla türk ordusunu karşılamaktadır.
ak sakalı ve ağır duruşuyla akşemsettin’i padişah sanarak ellerindeki çiçek ona vermeye çalışan şehir halkına göz ucuyla fatih sultan mehmed’i göstererek ;
‘sultan mehmed odur, çiçekleri ona veriniz’ demek istiyordu.
fatih de akşemsettin ‘i göstererek; ’gidiniz gene ona veriniz..
sultan mehmed benim ama o benim hocamdır’ dedi.
fatih, şehre girince doğruca ayasofya’nın önüne gelir.
burada büyük rütbeli papazlar, kesisler ve halk toplanmıştır ve geldiğnde padişahın atının ayaklarına kapanarak ağlamaya başlarlar.
o zamanlarda bir hükümdar, bir şehri zapdettiği zaman yağma ederdi.
bizanslılar da bunu bekliyorlardı fakat büyük türk sultanı bu yerlerde sürünen bizanslılara şu şahane sözleri söylemiştir:
‘kalkınız ve müsterih olunuz.
ben sultan mehmed; hepinize söylüyorum ki,
bu andan itibaren ne hürriyetleriniz, ne de hayatlarınız hakkında gazap-ı şahanemden korkmayınız.
kimsenin malı yağma edilmeyecektir.
kimseye zulüm yapılmayacaktır.
hiç kimse dini inanışlarından dolayı cezalandırılmayacaktır.’
bu şahane konuşma rumları şaşırttı.
bu ne büyük kumandandı!
bu ne inanılmaz sözlerdi! -
7 Abdülhamit han hazretlerinin sesi
Saat gece 03 sıralarındaydı.
Abdülhamit han hazretlerinin sesi sarayın karanlık duvarlarında şimşek gibi yankılandı.
– “Arabacı!”
Arabacı yatağından fırladı.
Atlar, koşumlar alelacele hazırlanmaya başlandı.
Derken koca sultan heybetiyle sahanlıkta göründü.
Halinden çok acelesinin olduğu belli oluyordu.
Daha sabahlığının bir kolunu giymemişti.
Elinde yalın kılıcı vardı.
Merdivenleri koşarak inerken kolunu taktı.
Formaliteler bir kenara bırakılmış, bütün kâinat bir noktaya kilitlenmişti sanki.
Hışımla merdivenleri üçer beşer inip uçar gibi atladı arabaya.
Hırsından yerinde duramıyordu.
Hiç kimse hatta nöbetçiler bile neler olup bittiğini anlayamamıştı.
Sert bir sesle: – “Sür evladım, hadi çabuk ol…” Arabacı şaklattı kırbacı.
Atlar ok gibi fırladı yerinden..
İstanbul sokaklarında bir koşuşturma başlamıştı.
Bir sultan, bir arabacı gecenin karanlığında olacak iş değildi?
Nal sesleri gecenin karanlığını yırtıyor arada bir sultanın sert emirleri geliyordu ;
– “Daha hızlı yavrum, daha hızlı, şu sokağa sap, şuradan gir…”
Atlar soluk soluğa kan ter içinde koşuşuyordu.
Bütün her şey dikkat kesilmiş ağaçlar, evler, kurt, kuş hal ile daha, daha hızlı diyordu.
Yola çıkalı beri bir rüzgârda mı peydah oldu ne?
Arkadan itekliyor sanki.
Arabacı hiç bir şey düşünemiyordu.
Kafası allak bullak olmuştu.
İçi bomboştu.
Bir hoş oluyordu.
Öylece yol aldılar.
Nihayet Abdülhamit Han Hazretleri;
– “Şu çatal kapının önünde dur!” Diye emir verdi.
Arabanın daha durmasını beklemeden arabadan atladı kılıcının kabzasıyla kapıyı yumrukladı.
Bütün İstanbul top gülleleri ile sarsılıyordu adeta.
Nihayet bir erkek başı uzandı kapı aralığından, ürkek, tedirgin isteksizce sordu;
– “Kim o?” Sultanın beklediği an gelmişti.
Bir çırpıda indirdi kılıcı.
Daha ne olduğunu anlayamadan bir baş gövdesinden düştü ayaklar altına.
O koca Sultan derin bir oh çekti.
Rahatlamış, hırçınlığı gitmişti.
Yavaşça sıvazlayıp arabacının sırtını, müşfik bir sesle emir verdi.
– “Hadi evladım saraya… Sarsmadan…” El etek fark etmeden ağır ağır uzaklaştılar oradan.
Arabacı bu sefer bir başka şaşkındı.
Kaldırım taşları bile artık ahenkli bir ses çıkartmakta, yol boyu ağaçlarda selam mı veriyorlar ne?
Ne garip bir yolculuktu bu?
O adam kimdi?
Sultan neden boynunu vurmuştu.
Giderken o hışım, haşmet, mehtapta gezintiye çıkmış gibi şimdiki bu ahestelik ne?
Çözebilmiş, anlayabilmiş değildi.
Saraya girmişlerdi.
Sultan odasına çekildikten sonra birkaç meraklı, arabacıya yaklaştı sessizce.
Arabacı bilmiyorum diyebildi.
Gerçektende olan biteni bilebilmiş değildi.
Yatağındaydı ama uyuyamıyordu.
Bir iş vardı bu işte.
Sultan..Adil, adaletli dini bütün bir hükümdardı.
Yargılamadan bir insana ceza verdiği görülmemişti.
Herkesi okşar, hoş tutardı.
Af ve müsamahayı çok severdi.
Yeter ki dine ve devlete karşı suç işlenmesin.
Sultan Abdülhamid’i hiç böyle görmemişti.
Düşünüyordu; neden kendisi gitti?
Neden gecenin o saatinde gitti.
Giderkenki o acelecilik neydi?
Merak içini kemiriyordu.
Hele o yoldaki haller.
Allah Allah… Çok tuhaf şeyler olmuştu.
Olup biteni gidip öğrenmeliydi.
Kalktı belli etmeden giyindi, hırsız gibi sessizdi.
Bir at seçti kendisine.
Yavaşça çıktı saraydan.
Kıvrılınca köşeyi mahmuzladı atı.
Bir solukta vardı aynı eve.
Kapı tokmağının sesi bir kez daha yankılandı.
Zayıf, cılız, ürkek bir kadın sesi, titreyerek sordu:
– “Kim o?”
– “Teyze aç hele bir olaya şahit oldum.
Beni mazur gör, uyku tutmadı.
Meraktan kurtar, nedir bütün bunlar?
” Kadın heyecanla, hayretle kapıyı çabucak açtı.
Gözleri karanlıkta ışıl ışıldı.
– “Yavrum evladım kimdi o?
Madem gördüm diyorsun, ne olur söyle.“
– “Kim olduğunu sorma!
Kellemden korkarım söylenmeyecek bir zattır.
Merakımı giderirsen ne ala, yoksa sen beni görmedin ben seni.”
Kadın üzülmüştü.
O büyük zatı öğrenememişti.
Mahzundu boynu büküktü.
Hıçkırıklar içinde boğuluyordu, güçlükle konuştu;
– “Peki madem öyle o sır seninle kalsın.”
Kapıyı ardına kadar açmıştı, kafası kopuk adamı içeri sürükleyip üzerine bir örtü atıvermişlerdi.
Güçlükle konuştu,
-“Bu benim oğlumdu, içkili gelmişti, bana tecavüz etmek üzereydi,
Ya Rabbi beni kurtar diye çok yalvardım.
Sonunu sen biliyorsun.”
Arabacı donup kalmıştı.
Aman Allah’ım böyle bir şey olabilir miydi?
Kadının içeri kaçışını dahi fark edemedi.
Söylenenler beynini tırmalıyordu, kulakları uğulduyordu.
Dizlerinin bağı çözülmüştü.
Olduğu yere yığıldı kaldı.
Neden sonra kendine geldi.
Biraz sakinleşmişti.
Onca yolu nasıl gelmişti, bilemedi.
Düşünüyordu.
Her gün hizmetinde bulunduğu bu zatı neden şimdiye kadar tanıyamadığına yanıyordu.
O kadın nasıl bir kadındı ki duası kabul edilmişti?
Koca sultan nasıl sultanmış ki: O’na git o kadını kurtar demişlerdi.
Kim demişti?
Nasıl demişlerdi?
Hafsalası almıyordu.
Nasıl oluyordu bütün bunlar?
Görünüşte bir kafa kopmuştu.
Ama o, çözmüştü her şeyi.
Bu sırrı kimselere açmaya cesaret edemezdi.
Belki son günlerinde ifşa edebilir miydi, kim bilir?
Aklı karmakarışıktı.
Demek her şey böyle idi.
Görünenin altında anlaşılamayan bambaşka bir dünya, manevi bir dünya, manevi bir hayat vardı.
O artık ehlince malum o hayatı, o hazzı istiyordu.
Nasıl da farkına varamamıştı.
Ne büyük bir gafletti.
Deryanın yanında bulunup, damladan istifade edememek ne acı diye düşündü.
Dünyanın geçici, aldatıcı zevkleri ile uğraşmamalı, perdenin altını görmeli diyordu.
Artık içi içine sığmıyordu, coşmuştu. Dağa taşa haykırıyordu:
– Asıl hayat bu, bu hayatı tanımak, yaşamak lazım.
O hazzı tatmalı, içeri girmeli, O’nunla olmalı;
Kapıyı arala ya Rab! Beni de içeri al ya Rab! O hazzı tattır ya Rab! Nasib et!..
Nasib et!.. -
8 Kurtuluş Savaşımız sürüyor
Kurtuluş Savaşımız sürüyor
Düşman askerleri Eskişehir’e yaklaşıyordu.
Sayıları, bizim askerimizin sayısından daha çok Bir ovayı çevreleyen üç tepeyi düşman tutmuştu.
Ovaya mermi yağıyor Bizim askerin cephanesi tükenmiş Geriden gelecek cephaneyi bekliyor ancak hiç birşey gelmiyordu.
Saatler geçti.
Üç tepedeki düşmanın makineli tüfekleri hiç susmuyor Durmadan ovaya ateş ediyorlardı, Cephane gelmezse, iş kötüydü.
Sivaslı idris Çavuş , siperinden sürünerek çıkıp, komutanın yanına geldi.. durumun çok kötü olduğunu açıkladı.
Bunun üzerine komutan ” Sen ne düşünüyorsun idris Çavuş? ” diye sorunca idris Çavuş, iki asker alarak tepeye gidip düşman toplarını susturmayı önermişti.
Bu öneri komutanı heyecanlandırmış Aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:
Bu ateş altında o tepelere nasıl gidersiniz?
– Sürüne sürüne komutanım.
– Peki nasıl susturursunuz onları ?
– İşi bize bırakın, komutanım.
Komutan, bu korkusuz çavuşun gözlerine baktı. Gözleri şimşek şimşekti. Emir bekliyordu,
– Peki, İdris Çavuş. izin verdim. Göreyim sizi ! dedi.
İdris Çavuş, sürünerek siperine döndü. Eliyle birilerine işaret etti. Siperden iki kişi yanına geldi.
Bunlar Antepli Ali ile Harputlu Deli Ahmet idi. İki asker çavuşu selamladı,
– Emret Çavuşum !
Sivaslı İdris Çavuş üç; tepeyi gösterdi.
– Şu üç tepeyi susturacağız.
Üç asker çok geçmeden siperden çıktı ve Her biri, başka bir tepeye gidecekti. Yanlarına yeteri kadar dinamit almışlardı İdris Çavuş son kez onlara baktı
– Haydi aslanlarım !
Saatler geçiyor, tepelerden atışlar sürüyordu. Ansızın üç tepede birden bir aydınlık görüldü. Ardından da patlamalar duyuldu.
Komutan, askerlerine hücum emri verdi.
Siperdeki Mehmetçikler süngü takıp saldırıya geçtiler, En önde komutan gidiyordu. Üç tepeyi de ele geçirdiler.
Makineli tüfek sesleri kesilmiş Tepeler susmuştu.
İdris Çavuş ve iki askere ne olmuştu? Komutan onları çok merak ediyordu tepeleri dolaştı, gözleri üç askeri arıyordu.
Derken onları gördü ve gördükleri gözlerini yaşartmıştı. Üç kahraman asker, düşman makineli tüfeklerinin üzerinde yatıyorlardı; şehit olmuşlardı.
Hemen üç tepeye ay yıldızlı bayrağımız dikildi. Sanki üç tepedeki üç bayrağı, bu üç kahraman dalgalandırıyordu.
0 Comments